27 Mart 2010 Cumartesi

Şehirde Bir Ermeni: Yetvart Danzikyan

Ermeni gazeteci-yazar Yetvart Danzikyan ile mülakatım öncesi, Türkiye’de Ermeni bir vatandaş olmanın nasıl bir durum olabileceği konusunda bir çeşit empati kurma yoluna gittim. Türkiye gibi henüz “çokkültürcülük” söyleminden uzak cumhuriyetçi gelenekten beslenen bir ülkede sadece bir azınlık olmak şöyle dursun “Ermeni bir azınlık” olmanın ne gibi getirileri olduğunu düşünmek, bana yurttaşı olduğum ülkenin kendi vatandaşları arasındaki -yokmuş gibi gösterilen- farklılıkların nasıl şekillendiği konusu üzerine derin düşünme fırsatı sağladı. Öncelikle bu mülakat ile farklılıkların “onun gözündeki yansımalarını” görebilmek öncelikli hedefimdi. Bu zaman kadar komplolarla, politikalarla “Türk insanının” beynine işlenen “azınlık” olgusunun önyarıgıları karşısında, bu komploların onların üzerine işlenmemesinden ötürü(ya da işlenememesinden) daha gerçekçi bir bakış açısına sahip olacağını düşündüğüm Yetvart Danzikyan’ın gözünde, aslında azınlığın yani “onun” kim olduğunu nihayet öğrenebilecektim. Bu zamana kadar benim, çoğunluğun karşısında duran azınlığın nasıl bir etnisitel ayrımcılığa ve hegomanyaya maruz kaldığı ve alt kimliklerini korumak uğruna ne gibi aşamalardan geçtikleri kafamda yalnızca bir öngörü biçimindeydi. Bu öngörü ve merak ise aslında gazeteci-yazar Hrant Dink’in öldürülmesi olayının ardından “milliyetçilik” düşüncesinin ele alındığı Bilgi Üniversitesi’nde verilen paneller neticesi ve bu yıl aldığım “Kültürel Çalışmalar ve Kimlik” dersi aracılığıyla oluştu. Daha öncesi, bir meraktan ibaret olan ve çok da net öngörü geliştiremediğim bir olguydu azınlıklar ve azınlıkların çoğunluk karşısındaki durumu. Bu da elbette, bilinçli bir yöntem olduğunu düşündüğüm üniversite öncesi eğitimlerde azınlıklardan, Hrant Dink’in de makalesinde bahsettiği gibi, “milli güvenlik” dersi haricinde bahsedilmemiş olmasından ileri gelen bir durumdu. Türkiye’nin Türklerden ve müslümanlardan oluştuğu, böyle olmayanların arada “kaynayıp” idealize edilene yaklaştırılması, “kaynaştırılması”, “bir potada eritilmesi” gibi kavramların ustalıkla işlendiği beyinlerde, zaten bu meselenin bir merak ve anlayış unsuru olabilmesi kişisel bir gelişim sayesinde mümkün hale gelebilirdi. Amerika’dan çıkan bir söylem olan “tek bir potada eritmek” kavramı, fikrimce değişik sebze ve meyvelerden oluşan bir salatanın bir pota içinde eritilmek yerine “var olmasının sağlanması” bana, daha zevk alınabilecek bir tad olacakmış gibi gözükmekte. Herşeyin karşıtıyla var olduğunu düşünürsek, aslında azınlık ve azınlığın karşısında durduğu çoğunluğun incelenmesi neticesinde kendimizi de bir anlamda tanımış, tanımlamış oluyoruz. Aslında bence azınlık basitçe; bizde var olmayandır.

Tüm bu düşünceler kafamda dolaşırken attığım “sizinle bir mülakat yapabilmeyi çok isterdim” mailine cevaben “tabii… neden olmasın…” diyerek karşılık veren Yetvart Danzikyan’ın aralıklı olarak okuduğum Agos gazetesindeki yazılarını çok beğeniyordum. Onunla böyle bir mülakat içine girebilmek gerçekten onur duyacağım bir durumdu. Nihayet belirlediğimiz gün olan Çarşamba Maslak’ta bulunan haber müdürlüğünü üstlendiği Ntv- Cnbc-e stüdyolarına gidiyordum. Randevumuz akşamüstü beşteydi, “o saatlerde müsait olabiliyorum” demişti. Çalışması arasında bana ayıracak vaktinin aslında ne kadar değerli olduğunu, verebildiği arayı bana ayırmasından anlıyordum. Sözleştiğimiz saatten yarım saat önce oraya vardım. Girişte bekleme salonu gibi bir yer olmadığından kapıdaki güvenliğin Danzikyan’ı arayıp içeri girebilmem için misafir kartı vermesi gerekiyordu. Erken geldiğim için müsait olup olmadığından endişe duydum ama yanıt olumluydu ve içeriye girdim. İlk kez NTV stüdyolarında bulunuyordum, biraz karmaşık olmasına rağmen sıcak bir ortamdı. Yan tarafta yoğun bir çalışma halinde olduuklarını gözlemlediğim kalabalığın arasından Cnbc-e’ye ulaştım. Fotoğraflardan resimlerini görmüştüm ama kalabalık arasından çıkaramayağımdan korkarak girişteki bayana sorduğumda eliyle işaret ederek “şuradaki sakallı tatlı adam”diyerek Yetvart Danzikyan’ı gösterdi. Karşısında Murat Birsel’in haber programını yaptığı masasında çalışan Danzikyan, beni görür görmez tüm sıcaklığıyla kalkıp karşıladı. Tüm inceliğiyle onbeş dakikalık işi kaldığını ve beni yan tarafta bulunan misafir bekleme odasına kadar götürüp burada beklememi rica etti. Ardından su ikramını kendi eliyle yaptı. O çalışmasını tamamlamak için gittiğinde, aklımdan ne kadar zarif ve ilgili biri olduğu geçiyordu. Bu esnada hazırladığım soruları tekrar gözden geçirme şansım oldu. Bu arada Murat Birsel’in program konukları Amerikalı isadamı olduklarını düşündüğüm iki kişiyle aynı salonda bulunuyorduk. Çalışanlardan birkaçı programla ilgili bilgi veriyorlardı. Az sonra Yetvart Danzikyan geldi ve daha rahat olacağımız bir salona kameraların arkasından geçerek ulaştık ve nihayet mülakatımız için başbaşa kalmıştık.

Öncelikle tekrar kendimi tanıtıp ödevin içeriği hakkında konuştuktan sonra gerekirse isminin gizli kalabileceği konusunu söylediğimde kullanılmasında sakınca görmediğini belirtti. Ses kaydının stesli olabileceğini düşündüğümden elle not almayı tercih ettim. Daha güncel sorulardan başladığımda kendisinin Kurtuluş özel Pangaltı Ermeni okulunda okuduğunu, eşinin bir Türk olduğunu, ailesinin en başından beri bu topraklarda bulunduğunu ve büyük dedesini Ermeni Kıyımı sırasında kaybettiğini ifade etti. Ermeni okullarının kendilerine yetip yetmediğini sorduğumda “çok bile var” dedi ve ekledi “eskiden daha falzla Ermeni vardı, şimdi okullar çok bile bu yüzden” diyerek aslında Ermeni nüfusunun azalmasına yönelik duyduğu sitemi belirtmiş oldu.

Gençlik ve çocukluk yıllarında ilk ne zaman farklı olduğunu hissettiğini sorduğumda verdiği örnek gerçekten üzütüntü vericiydi. Çocukluk yıllarına rastlayan 12 eylül askeri darbesi esnasında gelişen ASALA örgütünün işlediği cinayetlerin ardından polisin mahallerde Ermenileri saptayıp gözetim altında tuttuklarından bahsetti önce. Sonra mahallede doğal olarak her çocuk gibi oyun arkadaşlarının olduğunu, ailesinin pek çok Türk komşularının olduğunu hatta mahallenin sütçüsünden nasıl hergün süt alırken geliştirdiği sıcak diyoglara değindi. Bir gün polislerin mahallede Ermeni araştırması için geldiği bir günde mahallenin “kadim” sütçüsünün annesiyle birlikte pencere camından onlara bakarken, polislere eliyle işaret ederek nasıl yerlerini gözlerine baka baka gösterdiğini anlattı. Bunu söylerken gözlerinin önüne o anı getirdiğinden duyduğu hüzün ve hayal kırıklığı görülebiliyordu. “Anlam verememiştim” dedi, “nasıl oluyordu da sürekli bir muhabbet bir ilişki halinde olduğumuz, diğer komşulardan bir farkımız olmadığı halde böyle bir şey yapabilmişti, işte o zaman farklı olduğum düşüncesi kafama kazınmış oldu” diyerek daha bir çocukken nasıl bir ayırımcılıkla yüzleştiğini anlattı. Daha sonraki yaşlarda da medyada çıkan Ermeni düşmanlığı propagandaları ve bir grup Ermeninin yaptıkları kötü davranışların yine medyada nasıl tüm Ermenilere mal edilerek kendisini huzursuz bir duruma soktuğundan bahsetti. “Yan tarafta oturan komşularınız var ve televizyonda bu ve buna benzer haberler izliyorsunuz, düşünmeden edemiyorsunuz komşularım hakkımda ne düşünür ne der diye. Bunun sıkıntısını hep yaşadım.” Diyerek Ermenilerin birey olarak değil de grup olarak değerlendirildiğinden, “yine Ermeniler şunu yaptı” şeklinde çıkan haberlerden kendisinin ne ölçüde etkilendiğini anlattı. “Bizi hep grup halinde toplaşıp fısıltılar halinde kararlar alıp uygulayan insanlar sanıyorlar. Oysa çoğumuz kopuğuz birbirimizden. Bana gelip benim Ermeni bir tanıdığım var; işte “şu”, sen tanırsın diyorlar, nasıl tanıyacağım ki! Ben de herkes gibi çevremdeki insanları tanıyorum” diyerek toplumun onlara olan bakış açısından bahsedip, ona sıkça sorulan “Nereden geldiniz?” sorusuna şaşırdığını, bir yerden gelmediğiniz zaten “otokon” bir azınlık olarak en başından beri burada olduğunu belirtmek zorunda kaldığını ifade etti. Ermenistan’da hiç bulunup bulunmadığını sorduğumda “maalesef” diye yanıt verdi ve sebebini fazla açmadan ‘nasip olmadığı’ şeklinde belirtti. Bunu söylerken tonlaması ve gözleriyle takındığı ifadede gitmek istediğini belirten bir ifadeye büründü.

Hiç Ermenistan’da yaşamayı düşünüp düşünmediğini sorduğumda, biraz gülümseyerek insanların çok iyi niyetle ve onu anlamak açısından bu tip sorular sorduğunu önceden belirterek aynı zamanda bu sorudan duyduğu üzüntüyü anlattı. “Ben buralıyım” derken buradan başka bir yerde yaşamanın aklına gelmeyeceğini, Erministan’da akrabalarının bulunduğunu fakat kendisinin tüm arkadaşlarının, tüm hayat akışının burada(Türkiye’de) olduğunu belirtti. Aynı zamanda, belki de “gitmesi gereken bir yabancı” gibi gösterilmek, böyle algılanmak onu ne denli incittiği ve neredeyse bağırarak “Buralıyım, ben de bu vatanın bir parçasıyım, sizden bir farkım yok” diyerek bu açıdan duyduğu hassasiyetini belirtti. “Mesela benim annem her hafta ‘Aşk-ı Memnu’yu izler” diyerek empati kurabilmek açısından “bizden biri” olduklarını yineledi.

İş hayatında yaşadığı zorluklardan bahsederken, şimdiki çalıştığı yer ve kişilerden memnun olduğunu ifade ederek şanslı biri olduğunu söyledi. Genellikle azınlıkların devlet bünyesinde çalışamayacağından, bir polis, bir memur, bir diplomat ve bir asker olamayacağını belirtti. “Ben mesela TRT’de çalışamam” derken iş bulma konusunda ve bunun da beraberinde getirdiği ekonomik zorluklara bir anlamda parmak bastı. Çalışabilecek alanların kısıtlı olması ve bunun da temelinde yine onların bir “güvenlik sorunu” olarak algılanmasından ileri geldiğini belirtti. Siyasette umutlarının sol partilerde olduğunu, ama üzülerek bunun artık mümkünatının kalmadığını, CHP’nin de MHP’ye benzer bir tutum içine girdiğini ve bazen soldan beklediği bazı yaklaşımların sürpriz bir şekilde sağ cepheden geldiğine değindi. Fakat asıl olarak, bu küçük yaklaşımların bir bakışaçısı olmadığından, üzülerek gelip geçici olmasının muhtemel oluşundan duyduğu üzüntü ve bu açıdan da Türkiye’de desteksiz ve “yalnız” olduklarından bahsetti.

Siyasetçi bakış açısının da hala onları bir yurttaştan ziyade “yabancı” olarak algılayışını dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Rum ve Ermeni sivil toplum örgütleriyle ilgili yaptığı bir konuşmasında, onlardan “yabancı örgütler” olarak bahsetmesinin hem şaşırtıcı hem de çok üzücü bulduğunu ifade etti. Toplum içinde yaşayan, aynı araçlarla seyahat eden, aynı diziyi izleyip aynı aktivitelerde bulunan, aynı takımları tutan, aynı sorunlarla yaşayan bir kimsenin nasıl yabancı olarak değerlendirildiğini anlayamadığını anlattı.

Hrant Dink cinayetine kadar, Ermeni olduğunun bilinmesi ya da ismini söylemek konusunda herhangi bir tereddüt yaşamadığını belirtti. “Ama Hrant’ın öldürülmesiyle bir paranoya gelişti ister istemez bende de” dedi. Genellikle, hem Yahudilerin, hem Rumların hem de Ermenilerin özellikle tüccarlık yaptıklarında ya da farklı muameleye maruz kalmamak için takma ad kullanmalarının yaygın olduğundan bahsetti. “Eğer bir otobüs yolculuğu yapıyorsam ve yanımdaki ile ilişkimin o yolculuktan sonra kesileceğinden eminsem, ismimi söylemem, yoksa Yetvart dediğimde insanlara ilginç geliyor Ermeni olduğunuzu açıklamak zorunda kalıyorsunuz, Hristiyan olduğunuz anlaşılıyor ve daha sonra muhabbet şekil değiştiriyor, başka bir boyuta taşınıyor. Bu sebeple gerek duymuyorum” diyerek Ermeni olduğunun anlaşılmasının, insanların aklına kurgulanan “ermeni” imajının, fark edilmediği taktirde herhangi bir sorun ayrım yaratmamasına rağmen, o ismi duyduğunda birden nasıl şekil değiştirdiğini gözler önüne seriyor. Aynı durumu bir başka benzer bir örnekle açıklayarak on senedir gittiği berbere –gerek yeri gelmediğinden gerek biraz çekindiğinden ve şimdi söylemeye kalksa çok uzun bir aradan sonra söyleyemeyeceğinden- ismini söylemediğini anlattı. “Mutlaka öğrenmiştir şuradan buradan” diyerek o berberle nasıl futboldan (çok sevdiği Beşiktaş’tan), siyasetten, gündelik olaylardan konuştuğundan bahsetti. Başka bir örneği de eve gelen ya da bir şekilde kapısına gelen birine ismini vermediğinden söz etti. “Eğer söylersem, o kişi kendi kötü niyetle değilse bile belki gittiği bir yerde bugün bir Ermeniyle tanıştığından bahsedecek ve anlattığı bir kişi de aşırı milliyetçi bir taraftan olacak, işte nerede oturuyor Kadıköy’de… Böyle bir diyaloğun yaşanmasını kimse istemez” diyerek toplumda özellikle belli bir kesim tarafından yayılan düşmaca tavırlardan ne denli çekindiğini, bunun günlük yaşantısı üzerinde bıraktığı etkiyi özetledi. Bununla birlikte benim bunun ne kadar hüzün ve bir devlet için utanç verici bir durum olduğunu belirtmem üzerine bir an düşünerek “evet aslında isimlerimizi söylemekten çekindiğimizi mesela Kanada’da birine söyleyecek olsak, çok şaşırır muhtemelen ama bana ilginç gelmiyor artık sanki bu normalleşti. Böyle birşeyin normal bir hale gelmesi ürkütücü” diyerek bir anlamda normalleşen normlarının gidişatından duyduğu üzüntüyü belirtti.

24 Nisan’ı anıp anmadığını ya da nasıl andığını sorduğumda, şaşırtıcı bir cevap vererek “kimse 24 Nisan tarihini bilmez bile, 1915’i bilirler elbet ama 24 Nisan’da ne oldu diye sorsak bir Ermeniye büyük ihtimalle bilmiyordur” dedi. Kendisinin de herhangi bir şekilde anmadığını, o günün sıradan bir gün gibi geçip gittiğini anlattı. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından medyada 24 Nisan haberlerinin çoğalmasıyla belki böyle bir tarihin varlığını fark edip evde mum yakanların olabileceğini söyleyip kendisinin ve çevresinden tanıdığı Ermeni arkadaşlarından hiçbirinin böyle bir anma yapmadığını, aslında gerek de duymadığını bahsetti.

Türkiye’de azınlık konumunda bir vatandaş olmanın özellikle kendi hayatında bir avantaj niteliği taşıyıp taşımadığını sorduğumda, “toleranslı biri oluyorsunuz” diyerek, karşılaştığı farklı kültür, farklı fikir ve yaklaşımlara daha incelikli ve anlayışlı yaklaştığından sözetti. “Bir de kültür kaynaşması oluyor tabi, bir oradan bir buradan, bu melezleşme ortaya daha anlayışlı, daha değişken ve belki daha farklı düşünebilen insanları çıkarıyor. Ama ben asıl olarak sanılan genel görüşe göre Türkiye’de yaşayan Ermenilerin entelektüel ve düşünce boyutları açısından çok yukarı seviyelerde olduğunu düşünmüyorum, Türkiye’nin genel ortalaması nasılsa onlar da öyle. Oturup hiçbir şey konuşamayacağım bir çok Ermeni mevcut.” diyerek bir bakıma eleştiri de yapmış oluyor.

Son olarak arkadaşı Hrant Dink’in ölümü ve binlerce insanın sokaklara dökülerek “Hepimiz Hrant’ız” sloganlarıyla dolaşmasının ona ne ifade ettiğini soruyorum. Bundan duyduğu üzüntü ve anlaşılamamanın verdiği sıkıntıyı anlatıp “Üstelik Hrant, diyaloğu savunuyordu” deyip ölümünün ardından sloganlaşan “Hepimiz Hrant”ız sözünün anlaşılamamasından yakındı. “ ‘Hepimiz Hrant’ız’ın sembolik bir değeri var, insanlar bunu anlayamadılar. Bu şu demek; çoğunluğun yanında azınlık durumunda olan “az” bir kesim var ve bu kesimden biri o kesime karşı beslenilen öfkeden ötürü öldürülüyor. Sonra o çoğunluktan insanlar çıkıp Hepimiz Hrant’ız diye bağırıyor. Yani biz de onun gibi düşünüyoruz, biz de o kesimin yanındayız, o insanlar yalnız değil; o zaman gel bizi de vur! Bu anlam çok derin ve felsefik. Bu, elbette çoğu insanda duyarlılığın artmasına vesile oldu, böyle acı bir olay, ters tepti yani.” diyerek bu durumu yorumladı ve bu anlamda siyasetçilere ve medyaya çok büyük görev düştüğünü söyledi. “İnsanlar bilinçlenmeli ve artık bizi tanımalılar” diyerek tanınmamaktan duyduğu üzüntüyü yineledi.

Son olarak bu mülakattan duyduğu memnuniyetini belirterek ders hakkında da biraz bilgi aldı. Bu gibi incelemelerin yapılmasından memnuniyet duyar bir izlenim sergiledi. Elbette değerli zamanını ayırdığı ve böyle bir mülakat yapma şansını bana sunduğu için kendisine teşekkürlerimi yineledim. Bu ödevin bir kopyasını kendisine de ulaştırmayı arzu ettiğimi söylediğimde bana kartını vererek memnuniyet duyacağını ifade etti ve beni Cnbc-e’nin kapısına kadar uğurladı. Gerçekten çok keyif aldığım bir buçuk saatlik bir mülakat oldu.

Sonuç olarak, başlangıçta sahip olduğum öngörüler nihayet açık bir durum kazanmış ve tahmin ettiğim zorlukların canlı örnekleriyle yerini bulmasını sağlamıştım. Fakat öncesinden, Ermenilerin üst kimliklerini de bu kadar kabullenici ve toplumda kabullenememelerinden duyduğu üzüntünün boyutunun bu derecede olduğunu tahmin etmemiştim. Onların aslında üst kimliklerini kabul etmek konusunda ne kadar açık olduğunu ama izlenen politikalar neticesinde bunu zorlaştıranın bazı zihniyet ve görüşler olduğunu gözlemledim. Bu, toplumda geri plana atılıp “yabancı” olarak algılanmanın, “milliyet”in vatandaş demek olduğu düsturunun insanlarının kafasında ne denli büyük bir yer edindiği ve bunun dışında kalanların “yabancı” demek olduğu düşüncesinin hakimiyet boyutunu fark ettim. Bu açıdan etnisitel bir ayrımcılığın var olduğu söylenebilir. Bir anlamda zenofobik bir bakış açısı olan Türkçülük ve İslamcılığın var olup sürdüğünün de farkına vardım. Aynı şekilde, isimlerini söylemek konusunda yaşanılan endişenin de Ermeni yani azınlık olmanın zihinlerde, ne denli paranoyakça bir izlenim oluşturduğunu, aslında iyi anlaşabilecek, paylaşımları olabilecek iki insan arasında nasıl bir uçurumun doğmasına sebep olduğunu ve bu uçuruma sebep olmamak adına da isimlerini çoğu zaman saklı tutmayı tercih ettiklerini görmüş oldum. Toplumsal çalışma alanlarında görev alamamaları, hak ve özgürlükler açısından ve toplumun içinde var olmasını önleyici bir durum olarak karşımıza çıkıyor ve bu da sınıfsal barışın sağlanması açısından çok büyük sosyal ve ekonomik bir engel oluşturmuş oluyor. Bunun da temelinde Danzikyan’ın kendisinin de belirttiği gibi, azınlıkların hala bir güvenlik sorunu olarak algılanmasından ileri gelen bir problem niteliği taşıyor. Benim fikrime göre, devletin dünkü politikalarından ötürü bugün insanların zihinlerinde yer eden azınlık imajının, devlet politikaları gibi kolay değişebilen bir şey olmadığı düşünüldüğünde sosyal eşitliği sağlamak, bugün Avrupa uyum sürecinde Türkiye’nin aksi bir tutum sergilemeye giriştiği bir durumda zamanında uyguladığı politika karşısına kendi elleriyle oluşturduğu bir engel olarak çıkacaktır. Bu açıdan Türk ulusu da, azınlıklar da mağdur konumdadır. Toplumun dönüşüp değişmesi adına atılacak adımların, pozitif haklar tanımak açısından daha geniş ve büyük olması icap edebilir. Fakat Baskın Oran’ın da makalesinde belirttiği üzere, asıl olan negatif hakları genişleterek daha eşit bir çevre yaratmaya çalışmak olmalıdır, modern toplum olmaya giden yol da buradan geçer.

Dünyadaki pek çok Ermeni için çok mühim olan 24 Nisan’da ‘kırım’ esnasında ölen atalarını anma, onlara karşı duydukları saygıyı belirtme durumu Türkiye’de yaşayan Ermeniler için mümkün olmamakla beraber artık “mühim” bir durumda arz etmeyecek haldedir. Bu açıdan geçmişi taşlaştırmamış, ama unutmamışlardır da.

Azınlık- Çoğunluk açısından düşünüldüğünde kimlik meselesinin belirsiz bir olgu olduğunu, sürekli değişime açık bir yapıda olduğunu yaptığım mülakat sayesinde daha görünür ve somut bir şekilde algılamış oldum. Çünkü objektif ve subjektif kimliklerin karışımıyla oluşan bir melezleşme sayesinde, düşünce ve bakışaçısı yönünden ve dilin de bir kültürü ifade ettiği düşülecek olduğunda gibi Türkçe konuşuyor olmalarının başlı başına kültürlerine nasıl etki ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, aynı toplumda var olmanın getirisi olarak, aynı şeylerden zevk almak, aynı aktiviteleri yapmak, sabah yaptıkları kahvaltı alışkanlıkları, futbol üzerine gelişen muhabbetler ve bunun gibi “buralı” olduklarını ve ne kadar “benzer” olduğumuzu görmemiz açısından somut örneklerdir. Ama aynı zamanda Ermeni okullarına gidip, kendi kültürlerinden, dillerinden, edebiyatlarından kopmak istememeleri, yok olmama uğraşını verdikleri de gözlemlenen bir durum. Yetvart Danzikyan üzerinden yaptığım bu genellemelerin sonucu olarak vardığım kanı; “azınlık” konumda olmanın “vatandaş” algısına bir engel teşkil etmediği ve gelişen değerlerine ortak olması ve paylaşımların azalmasında bir engel olmadığı, fakat topluma lanse edilen ve uygulanan politikalar gereği oluşan yargılardan ötürü gidilen bir ayrımın söz konusu olduğudur. Bu açıdan yaptığım mülakatın örnek teşkil edebilecek bir nitelikte olduğunu düşünmekteyim.

Araşırma: Tomris Burcu Çevik